Şüphe yok ki, nübüvvet (nebilik) makamı, velilik makamından daha yücedir. Bununla birlikte bazılarına göre, nebi, misyonunun gereği olarak varlıklara dönük olduğu halde velinin makamı Allah’a “yakın” olmaktır. Fakat bu görüş kesinlikle yanlıştır. Çünkü nübüvvet, veliliği kapsamına aldığı gibi, Allah’a “yakınlık makamı da kapsamına alır. Ayrıca nebilik velilikten fazla, onu içerip aşan bir makamdır. Buna göre velinin derecesi nebíye göre eksiktir. Bu eksiklik sadece veliliğin özel karakterinden ileri gelmez, bunun yaninda velilik yaygınlık ve genellik derecesi açısından da nebiye göre eksiktir. Söz konusu yaygınlık ve genellik özelliği “Risalet (Resulluk)» derecesinde doruk noktasına yükselir. Çünkü Risalet, cihan-şümuldür. Buna göre sadece Resul – başka hiç kimse değil… «Cihan-şümul insan» tipinin gerçek bir örneğidir.
Resulün, nebi gibi, iki yönü vardır:
1 — içe dönük yönü, bu onun Hakk’a (Allah”a) dönük yönüdür.
2 — Dışa dönük yönü, bu da Resulün halka (varlıklara) dönük yönüdür.
Resulün cihan-şümul derecesi nebi’nin sınırlı derecesinden, nebi’nin sınırlı derecesi de veli’nin özel karakterli derecesinden daha yücedir. Fakat her üçünün de makamı «Allah’a yakın olmaktır.
«Risalet-lül Kuşeyriyye» adlı ünlü eserde seyh konusu ile ilgili olarak şöyle deniyor:
«Müridin bir şeyhin elinde yetiştirilmesi gerekir. Hocası olmayan müridin başarıya ulaşması asla mümkün değildir. Ebu Yezid Bestami şöyle diyor: Hocası olmayanın önderi (imamı) şeytandır, Aynı konuda Ebu Ali Dekkak da şunları söylüyor: Kendi kendine yetişen ağaç yaprak açabilir, ama meyve veremez. Mürid de bunun gibidir. Yolu boyuna her nefes alıp verişinde elinden tutup kendisine rehberlik edecek bir hocadan yoksun kalırsa nefsinin arzularına köle olur ve başarıya ulaşamaz.
Öte yandan İmam Razí şeyhde şu şartların aranmasını şart koşar: 1) İhlas 2) Sadık olmak 3) Sırat-ı Müstakim’den (dosdoğru yoldan) hiç ayrılmamak 4) Tasavvuf alanında sülük ile (tarikatı merhale merhale aşarak) ilerlemiş olmak. İmam’ın dördüncü şart ile ilgili açıklamasını «Serh-ül irşadat» adlı eserinde kendisinden dinleyelim:
– “Şeyhin daha önce salik olması şartına gelince vuslat (hedefe varmak) ya cezbe yolu ile veya sulük ile olabilir. Cezbe konusunda Peygamber’imiz —Salât ve selâm üzerine olsun- «Hakk’ın cezbelerinden bir teki, tüm insanların ve cinlerin işledikleri amellere eşittir- buyurmuştur.
Fakat cezbe yolu ile hedefe ulaşan kimseyi şeyh edinmek doğru değildir. Çünkü böyle bir kimse hazine bularak zengin olan bir adama benzer. Böyle bir kimse her ne kadar servet sahibi olsa bile nasıl mal kazanacağını bilemez. Tıpkı bunun gibi, cezbe yolu ile hedefe varan kimse de öğrenci durumundaki müride nasıl derece kazanacağını öğretemez. Sülük yolu ile hedefe varan kimse ise mürid yetiştirmeye elverişli olur. Çünkü bu yolu adım adım aşarak hedefe varan kimse, üzerinde merhaleleri, konaklama yerlerini jyi bilir; bu yolun tehlikeli noktalarına tecrübe ile vakıftır. Bu tecrübesi sayesinde başkasına doğru yolu gösterebileceği gibi yolun nasıl aşılacağı konusunda detaylı bilgi de verebilir.
Bu konuda Gazāli, «el-Münkiz Mineddalāl» adlı eserinde şöyle diyor: «Saymış olduğum ilim dallarını incelemeyi sona erdirince tüm gücümle tasavvuf yoluna yöneldim. Tasavvuf yolunun ancak ilim ve amel ile tamamlanabileceğini (bütünleşebileceğini) biliyordum.
Tasavvuf bilgisinin özü, nefsin sızma yollarını kesmek, onun kötü huylarından ve çirkin sıfatlarından arınmak, böylece Allah dışında kalan her şeyi kalbden atarak orayı Allah zikri ile süsleyebilmektir.
Benim için ilim amelden daha kolay olduğundan dolayı, işe tasavvuf öğrenmekle başladım. Bu amaçla Ebu Talib-i Mekke’nin “Kut-ül Kulüb» adlı eserini; Haris b. Muhasibi’nin eserlerini; Cüneyd Şibli, Ebu Yezid Bestami -Kaddesellahu ervahehum – ve benzerleri gibi ileri gelen sufi şeyhlerinin bize kadar gelen vecizelerini inceledim. Böylece ilmí maksadlarının önüne vakıf oldum; onların yolu ile ilgili olarak öğrenerek ve işiterek elde edilebilecek her şeyi elde ettim.
O zaman açıkça gördüm ki, onların en önemli özelliği, başkalarında en az bulunabilecek imtiyazları, öğrenme yolu ile ulaşılamayan; ancak tadarak, yaşayarak ve sıfat değiştirerek varılabilen yanlarıdır.
Sağlıklı olmak ile tokluğun tarifini, sebeplerini ve şartlarını bilmekle doğrudan doğruya sağlıklı ve tek olarak arasında ne kadar fark vardır. Bunun gibi sarhoşluğun tarifini yapmak, yani onun mideden çıkan buharların (vücudun üst kısımlarına doğru) yükselerek düşünce merkezlerini sarmaktan ibaret bir hal olduğunu bilmek ile doğrudan doğruya sarhoş olmak arasındaki fark ne kadar büyüktür. Daha açıkçası, sarhoş sarhoşluğun ne olduğunu bilmediği halde sarhoştur. Buna karşılık ayık kimse, sarhoşluğun tarifini, neden ve nasıl meydana geldiği halde, sarhoşluk hali ile hiçbir ilgisi yoktur. Aynı bunun gibi, hasta doktor, sağlıklı halin tarifini, sebeplerini ve ana esaslarını bildiği halde sağlığını kaybetmiştir.
İşte zühdün mahiyetini, şartlarını ve sebeplerini bilmek ile doğrudan doğruya zahid hali yaşamak, nefsi dünyadan vazgeçirmek arasındaki fark da böyledir,

TASAVVUF VE ŞERİATTEN SIYRILMAK
Her alanda şarlatanlara rastlayabiliriz. Din alanında, siyaset alanında, ilim alanında olduğu gibi tasavvuf alanında da şarlatanlarla karşılaşabiliyoruz.
Şarlatanların amacı bellidir. Onlar en kısa yoldan maddi yarar sağlamak peşindedirler. Nasıl ki sahtekâr şarlatan dine ve ilme zarar dokunduramıyorsa tasavvufçu geçinen şarlatan da tasavvufa zarar dokunduramaz. Nasıl ki dinin ve ilmin herkesçe bilinen gerçekleri, belirli özellikleri ve sahtekârların, eğrilerin eğriliğini ortaya koyan sınırları varsa tasavvufta da durum aynıdır.
Bu sözleri son zamanlarda ortaya çıkan ve ne genel olarak dinden ve ne de özel olarak tasavvufdan haberi olmayan kimseler arasında yayılma gösteren bir sapık akım dolayısı ile söylüyoruz.
Bu sapık akıma göre marifet alanında belirli bir mertebeye ulaşan kimsenin üzerinden şeriatın yükümlülükleri düşer. Artık namaz, oruç ve hacc gibi tüm müslümanlar için bağlayıcı olan yükümlülükler böyle kimseler için söz konusu değildir.
Bu konuda üzüntü ile karşılanacak noktalardan biri de şudur ki, bu düşünce zamanımızda ilk önce hukuk ve kanun araştırıcıları tarafından ortaya çıkarılmıştır. Böyle kimseler tasavvufun marifer alanında yüksek bir mertebeye ulaştıklarını, şeriatın sorumluluklarından sıyrılmayı gerektiren bir noktaya ulaştıklarını iddia ederler.
Bunların elde ettiklerini ileri sürdükleri marifetin kaynağının ne olduğunu araştırınca şaşkınlıktan ağzımız açık kalır. Çünkü görürüz ki, bu marifetin kaynağı ruh çağırmaktan ibarettir. İddialarına göre onların çağrılarına bağlayarak ortaya çıkan bu ruhlar, orta boylu ve giyimli bir insan kılığında meydana çıkarak ezelden ebede, bidayetten nihayete ve doğudan batıya kadar her türlü gayb sırrını bu beylere açıklayıvermektedir!
Bu düşünceye varınca kesin olarak anladım ki, sufiler, söz düşkünleri, lâf ebeleri değil, hal adamlarıdırlar. Ayrıca bu alanda ilim yolu ile elde edilebilecek şeyleri elde ettiğimi, geride kalan ve henüz elde edemediğim şeylere işiterek ve öğrenerek değil, ancak tadarak ve bu yola girerek ulaşılabileceğini de yine kesinlikle anladım.
İmam Razī’ye göre, nefis eğitiminin (riyazetin) yararlı olabilmesi için müridin buna karşı istidatlı (yatkın) olması gerekir. Eğer mürid bu konuda istidatlı olmazsa, nefis eğitimi onda hiçbir başarı meydana getiremez. Çünkü nefis eğitimi sadece engelleri giderebilir, perdeleri ortadan kaldırabilir ve istidatları saklayan örtüyü açabilir. Oysa engellerin ortadan kalkması doğrudan doğruya arzu edilen sonucu gerçekleştirmez. Tersine bunun için egelerin ortadan kalkması ile birlikte istidatlı bir yeteneğe de ihiyaç vardır. Eğer nefisde bu istidat yok ise nefis ile ilgili eğitim ona saadet sağlayamaz, ancak selâmet (dirlik) sağlayabilir. – Şerh-i irşadat, s. 112 –
lirsiz ve müphem de olsa, çağdaşlarının ve çevresindekilerin hayat tarzına taban tabana zıt başka bir manevi hayat örneği iyi biliyoruz.
Eğer Peygamber’imizin –Salât ve üzerine olsun – benimsemiş olduğu hayat tarzı gözlerimiz önünde bu hayat canlandırılırsa bu hayat tarzının katıksız bir manevi hayat olduğunu görürüz. Bu hayat tarzında derinliğine bir manevi düşünce vardır; maddenin boyun eğişi, hatta Peygamberimizin en sıkıntılı anlarında bile elden bırakmamış olduğu güçlü irade sayesinde maddenin mana karşısında bozguna uğrayışı vardır.
İşte Peygamber’imizin bu manevi cephesi git gide güçlenerek O’nun şahsiyeti üzerinde kesin bir egemenlik kurmuş ve O’nu bu álemden, dünya hayatından kaçar hale getirmiştir. O dünya hayatı ki, Kur’an-ı Kerimi ifadesi ile «Zinetten, oyundan, karşılıklı böbürlenmekten, mal ve çoluk-çocuk çokluğu ile öğünmekten başka bir şey değildir, İşte Peygamber’imizin hayattan kaçarak, onu elinin tersi ile geriye iterek Hira mağarasına sığındığını, orada kendisi ile başbaşa kalarak düşünceye daldığını görüyoruz, Peygamberimiz tarafından benimsenmiş olan bu hayat tarzı, aslında, tasavvuf yoluna koyulmaktan başka bir şey değildir. Tabi ki, bu hayat tarzı, henüz peygamberlik (risalet) misyonu ile süslenerek en yüce mertebesine varamamış olan bir tasavvuf hayatıdır.
Araştırmacılar Peygamber’imizin tasavvuf ile ilgisi konusunda tartışmışlar ve bunların bir kısmı Peygamber’imizin ilk İslam sufisi olduğunu duyunca, bu görüşü ciddiye almamışlardır, Oysa tasavvuf, yücemertebelere ulaşmak, manevi olgunluğa ererek Allah’ı tanıyabilmek için nefsin arzularra karşı verilen çetin bir savaştan başka bir şey değildir.
Ayrıca Hulul veya ittihad, (Allaha sızma ve On’unla birleşme) düşüncesi, vazgeçilmez unsurlarından değildir. Daha doğrusu Hulul ve ittihad düşüncesi tasavvufa yabancıdır, ondan tamamen uzak bir görüştür. Tasavvuf düşmanlarının bu konuda yöneltmiş oldukları tüm suçlamalara rağmen gerçek budur.
işte Haris b. Muhasibi gözlerimizin önündedir, Yeni sufi imamlarından biri olduğu şüphesiz olan Haris b. Muhasibi. Onda ne ittihada ne Hulüle ve ne de bunlara benzer başka bir şeye rastlayamazsınız. Bunlar olsa olsa taz sufilerin Allah düşüncesinin kesin egemenliği altına girince hissettikleri sarhoşluk halleridir. O duruma gelen sufiler nefislerini, duygularını ve düşünce melekelerinin tümünü yitirerek son perdede «Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü- oradadır”, “Allah bizimledir» ve “Cübbemin içinde Allah’tan başka hiç kimse yoktur” gibi sözler söylerler.
Buna göre az önceki sözümüze dönerek şöyle diyebiliriz. Madem ki, İttihad, Hulül ve Vahdet-i Vücut gibi düşünceler tasavvufun unsurları değildir. Madem ki, Muhasibi, Gazali, Rabiatü’l Adeviyye gibi büyük sufilerin
Sehl b. Tusteri, tasavvufun temel prensiplerini şöyle sıralıyor:
“Yolumuzun yedi temel prensibi vardır: 1) Kitaba (Kur’an’a) bağlılık, 2) Sünnete uymak, 3) Heläi lokma yemek, 4) Başkalarını üzmekten kaçınmak, 5) Günahlardan uzak durmak, 6) Sık sık tövbe etmek, 7) Herkesin hakkını: gözetmek.
«Risalet lül Kuşeyriyye» adlı eserin yazarının deyimi ile «Sufilerin efendisi ve imamı” olan Cüneyd-i Bağdadi de şöyle diyor:
– “Bu konuda (tasavvuf yolunda) Kur’anı ezbere bilmeyen ve hadis yazıp öğrenmemiş olanın peşinden gidilmez. Çünkü bizim şu ilmimiz Kitab ve sünnetin prensiplerine bağlıdır.
Yine Cüneyd’in başka bir sözü de şöyledir:
«Bizim şu ilmimiz Peygamberimize –Salâtu ve selam üzerine olsun – hadisleri ile pekiştirilmiştir.
Yine Cüneyd’in bir başka sözü de şöyledir:
– «Peygamber’imizin –Salât ve selam üzerine olsun– izinden gitmekten, O’nun sünnetine uyup yoluna bağlı kalmanın dışında kalan her yol hakka kapalıdır.
Adamın biri bir gün Cüneyd ile marifet konusunda sohbet ederken «Marifetullah payesine erenler, iyi amel ve ibadet cinsinden olan hareketleri bırakacak bir dereceye ulaşırlar» dedi. Cüneyd adama şu cevabı verdi:
– Bu görüş amellerden muaf olmayı savunanların görüşüdür. Bana göre bu görüş ağır bir cinayettir. O kadar ki, zina eden, hırsızlık yapan kimse bile bu sözü söyleyenden daha iyidir.
Bu konuda Gazâli’ye baş vurunca onun oldukça detaylı şekilde incelikleri belirten ve güçlü delillere dayanarak netice çıkaran bir üslupla şöyle dediğini görüyoruz:
«Bilesin ki, ulu Allah’ın yoluna koyulanlar azdır. Fakat bunu iddia edenler çoktur. Şimdi sana bu iddianın doğru olup olmadığını belirtecek iki alâmeti anlatalım:
Birinci alâmet, gidiş olsun, geliş olsun, hareket olsun, duruş olsun iradesine bağlı olan bütün davranışları şeriatın ölçülerine uygun ve şeri gerekçelere dayalı olmalıdır. Çünkü şeriatın tüm faziletlerine bürünmedikçe bu yola koyulmak mümkün değildir. Ayrıca farz ibadetleri ihmal etmek bir yana bir takım nafileleri devamlı şekilde işlemedikçe bu yolda hedefe varılamaz.
– Bana şöyle bir soru sorabilirsin: Acaba Allah yolunun yolcusu bir takım ibadet görevlerinden muaf tutulacağı ve bazı haramları işleyince zarar görmeyeceği bir mertebeye ulaşabilir mi? Nitekim şeriat yükümlülüklerini savsaklayan bazı şeyhlerden bu tip görüşler nakledilmiştir.
Şüphe yok ki, her tartışmalı problemle ilgili kesin söz, bu tartışmalı problemi kapsamına alan konunun temsilcilerinin sözüdür. Bu düşünceden hareket ederek tasavvuf alanındaki önderlikleri tartışmasız olarak kabul edilen büyük şeyhlere baş vurduğumuzda, gerek klasik ve gerekse çağdaş. tüm tasavvuf önderierinin bu düşünceyi kesinlikle reddettiklerini, onu sahtekārlīk, ve tamamen dinden çıkmak olarak gördüklerini tespit ederiz.
Şimdi bu konuda önce bazı tanınmış klāsik sufilerin görüşlerini naklettikten sonra sufiliğin çağdaş ve bilgin önderlerinden biri olan Şeyh Abdülvahid Yahya’nın aynı konudaki düşüncelerini biraz detaylı bir şekilde açıklayalım.
Ebu Yezid Bestamí’nin yakın bir dostu diyor ki:
– «Bir gün Ebu Yezid-i Bestami bana «Haydi kalk, veli olarak meşhur olan falancıyı görmeye gidelim» dedi. Söz konusu adam zahidliği ile meşhur biri idi. Semtine varmıştık. Adam evinden çıkmış, mescide gidiyordu. Bu sırada kıbleye doğru dönerek tükürdü. Bunu gören Ebu Yezid Bestami adama selâm bile vermeden geri döndü. Neden öyle yaptığını da şöyle açıkladı; “Bu adam Peygamber’imizin –Salât ve selâm üzerine olsun– edeplerinden biri konusunda güvenilirliğini ortaya koyamadıktan sonra sahibi olduğunu ileri sürdüğü paye (velilik) konusunda kendisine nasıl güvenilebilir?»
Yine Ebu Yezid Bestamí diyor ki:
– «Kendisine çeşitli kerametler verilmiş olan birini havada uçarken bile görseniz, Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili tutumunu Allah’ın koymuş olduğu sınırlara uyup uymadığını ve şeriate bağlı olup olmadığını iyice anlamadıkça kendisine aldanmayınız.
Üçüncüsü: Havas ehlinden daha ileride olanların istikametidir. Bunlar zâhirde, Resûlüllah (s.a.v.)’a her bakımdan uyarlar ve båtında ise Allah aşkı için insanlıklarını feda ederler. Ve buna “Allah’la birlikte Allah’la (Billahi maallah) makamına ulaşıp, enaniyyetten uzaklaşarak ve öz benliği ile baki kalıncaya kadar devam ederler.
Görüldüğü gibi sofiler arasında zâhit ve aşıklar dediğimiz bir grup vardır. Bunların kalplerini tasfiye etmeleri adeta ölümü andırır. Onlar asıl gaye olan ilimleri elde ettikten sonra zâhiri ilimlerle uğraşmazlar. Ama belki bütün yönleri ile Allah (c.c.)’a yönelmek için kalplerini tasfiye etmekle uğraşabilirler. Bütün işlerini Allah (c.c.)’a havale etmişlerdir. Allah (c.c.) da onların kalplerine nurunun ve lütfunun feyizlerini göndermiştir. Bu yüzden onlar belki de bütün eşyanın hakikatine ve gerçek ilimlere vakıf olmuşlardır. Çünkü bu, nebi ve velilerin yoludur.
Kardeş, şunu bilesin ki, kalbin iki kapısı vardır. Birisi havas alemine açılır. Diğeri ise gayb alemine. Uyku halinde görülen şeyler bunun bir delilidir. Uyuduğun zaman nice acayip şeyler görürsün. Gayb aleminin kapıları açılır, böylece görmediğin, bilmediğin şeyleri öğrenirsin. Bu kapı sana ancak uyku halinde açılabilir. Fakat nebilere daima uyanıklık halinde iken bile açıktır. Çünkü onlar kalplerini masivâdan temizlemişler, bütün yönleri ile Allah (c.c.)’a yönelmişlerdir.
İmam Gazâlî Hazretleri “Hüccet’ül İslam” isimli eserinde talim ve tasavvuf arasındaki farkı şu güzel hikaye ile anlatır. Bir bu hikayeyi sana da anlatalım.
BİR HİKAYE
İki sanatkâr zamanın padişahının huzuruna çıkarak: -Bizler nakkaş ustalarıyız. Sarayları, evleri çok güzel süsleriz. Dünyada bir benzerimiz daha yoktur, derler.
Padişah onlara bir saray gösterir ve:
-Bu sarayın duvarlarını süsleyip sanatınızın derecesini gösterin ki, gerçekten usta olup olmadığınızı anlayalım, der.
Nakkaşlar bu teklifi kabul ederler. Böylece sarayın bir duvarını birisi, diğer duvarını da öteki süsleme işini üzerine alırlar. Birbirlerinin yaptıklarını ve sanatını görmesinler diye de aralarına bir perde çekilir. Bu iki sanatkârdan biri Anadolulu, diğeri de Çin diyanndan gelmiştir. Anadolulu usta üzerine aldığı duvan öyle güzel süsler ki, görenler hayretten parmaklarını ısınırlar. Çin diyarından gelen usta ise üzerine
İşte bu yedi güzel haslet, Nefs-i Emmáre’nin kötü sıfatlarının panzehiridir. Ashab-ı kirám, tasavvuf büyükleri ve hakiki mutasavvıflar bu hasletlerle çok menziller katetmişlerdir.
Bazı kimseler, “Uzun ömür, riyázet ve mücahede ile hakkından gelemediğimiz Nefs-i Emmare’nin kötü hasletlerini Allah’ın yardımı ve bu yedi hasletle yola getirdik. Hatta bu bu yedi hasletle haşir neşir olduğumuz için okumak ve yazmakla öğrenilmesi mümkün olmayan gizli ilimleri bile Allah bize ayan etti. Velhasıl dünya ve ahiret işlerini bu yedi hasletle hallettik,” demişlerdir.
Kardeş! Bu sözlerim garibine gitmesin. Şunu kesin olarak bilesin ki, gerçek sofi ve şeyhler, ahiret beyleridir. Bütün zähitler, aşıklar ve sofiler, Allah (c.c.)’in yakın kullarıdırlar. Onların ilimleri de Allah (c.c.)’in yakın kullarının (mukarrebin) ilimleridir.
Bu Allah dostlarının hallerinden ve makamlarından hoşlanarak, onlara ulaşmak isteyen kimselere “mutasavvıf derler. Bu makama ulaşana da “sofi” denir. Onun için mukarreblere sofi, sofilere de mukarreb dendiği olur. Bunların şeyhleri, ahiret alimleridirler. Üzerlerine farz olan ilmi başından beri sıkı tutmuşlar, layıkı vechile öğrenmişler, emir ve yasakları harfiyen muhafaza etmişler ve bu beyanda sebat göstermişlerdir. Bu sebatları ve Allah (c.c.)’in kendilerine yaptığı yardım sayesinde ilmi halledip, ondan ayrılmamışlar ve şeriatın emirlerini yerine getirmişlerdir. Peygamber (s.a.v.) Allah (c.c.)’in çizdiği doğru yol üzerindeydi. Bu sofiler de Resûlü Ekrem’in yolunu takip ettikleri için, Allah (c.c.) onları çeşit çeşit ilim ve amellere vakıf eylemiştir ki, başını ve sonunu biz bilemeyiz.
BİR HİKAYE
Şeyhlerden biri Resûlüllah (s.a.v.)’ı rüyasında görür ve:
“Ey Allah’ın Resûlü, ‘Beni, Húd Sûresi kocattı buyurmuşsunuz, doğru mu?” diye sorar. Resûlüllah (s.a.v.):
“Evet, dedim,” cevabını verir. Şeyh der:
“Ya Resûlüllah, Hûd Sûresi’ndeki peygamberlerin hikayeleri mi, yoksa peygamberlerin ümmetlerinin hikayeleri mi sizi kocattı? Resûlüllah (s.a.v.) buyurur:
“Hayır, ey şeyh, beni kocatan, ‘Ey Muhammed, emredildiğin gibi istikamet eyle!” âyeti oldu.”
M-Sefa 2021 - Kadiri Tarikatı